Category: Yayınlar

İşletmelerde Sonun Başlangıcı: İşletme Körlüğü Tuzağı

Samsunlu Yönetici, Sanayici ve İş Adamları Derneği’ nin çıkarttığı Vizyon dergisinin 2016-2 sayısında yer alan yazım.

Günümüzde geçmişe oranla işletmelerin varlıklarını sürdürebilmeleri, gelişen teknoloji ve yoğun rekabet ortamında gitgide zorlaşmaktadır. Öyle görünüyor ki ilerleyen dönemde de bu süreç zorlaşmaya devam edecektir. Avrupa’ da 18. Yüzyılın sonlarında başlayan Sanayi Devrimi 19. Yüzyılda insan hayatına giren birçok buluş ile emek yoğun işlerin azalmasına, insanların yerini makinaların almasına, yığın üretimler yapılmasına ve dünya genelinde yeni iktisadi kuramların doğmasına sebep olmuştur. Sermayeyi elinde bulunduranlar ürün ve hizmetlerini dönem içerisinde olabildiğince makinalara yaptırmaya, hem insan denilen varlığın yaptığı hataları azaltmaya hem de karlılığı artırmayı amaçlamışlardır.

Sanayi Devriminin bize getirdiği en önemli olgu devrimin doğurduğu sonuca bakılacak olursa tüketimdir. Daha uygun maliyetli üretilebilen ürün ve hizmetler daha uygun maliyetlerle satılmaya, ürün ve hizmetlerin toplumun sadece küçük bir zümresine değil geneline yayılmasına olanak sağlamıştır. Tüketim artınca tekeller kırılmaya başlamış ve işletmelerin kar marjları düşmeye mahkum olmuştur. İktisadi seyir bu yönde şekillenince işletmeler önce sürümden kazanmak üzere daha büyük üretimler yapmaya başlasa da bu da yoğun rekabet ortamlarında yeterli olmamıştır. Bugünlere gelene kadar şirketler üretim, satış, pazarlama, insan kaynakları, müşteri hizmetleri, satış sonrası servisler gibi bir çok departman kurmak durumunda kalmış, işletmenin sürekliliğini sağlayabilmek için üretip satmak yerine marka oluşturmak ve bu marka değerini yüceltmek için çaba göstermişlerdir. Bütün bu birimler birer maliyet unsuru doğurmuş ve şirketlerin kârlarına etki eder hale gelmiştir.

Birimlere ayrılan işletmelerin bölümleri şirketin kârlılığını korumak için farklı yollar aramış ve günümüze gelindiğinde çıkış yolunu satarken değil, alırken kazanmak düşüncesinde bulmuşlardır. Aradan geçen yüzyıllarda çağın ismi değişmiş ve özellikle 1970li yıllardan sonra gelişmiş ülkelerde kullanılmaya başlayan bilgisayar ve 1985den sonra kullanılmaya başlayan internet teknolojisi çağın adını değiştirerek bu gün yaşadığımız Bilgi Çağı’ na erişmemizi sağlamıştır. Bu gelişme kısa süre içerisinde Gelişmekte olan ülkelere de yayılmış ve bilgi kavramı çok daha önemli hale getirmiştir.

İletişim teknolojisinin bu denli artması yeni bir çağın oluşmasına neden olmaktadır. Bu çağın yeni adı ise Bilişim Çağıdır. Bugün internet sayesinde dünyanın herhangi bir ülkesindeki herhangi bir bilgiye her nerede olursak olalım kolaylıkla ulaşabiliyoruz. Bu durum ise bilgiye kolaylıkla erişilebildiği günümüzde işletmelerin rekabette üstünlük sağlayabilmeleri için rakiplerinden daha farklı çalışmalara girmesini zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk günümüzde tıpkı daha önce de olduğu gibi işletme içi yeni organizasyon yapıları doğuyor ve bu organizasyonlar verimlilik olgusunun çevresinde kümeleniyor.

Konuyu teoriden uzaklaştırıp pratiğe yakınsamak gerekirse günümüzde şirketler sınırlı bir sermaye ve sınırlı insan gücü ile iş hayatlarına başlıyorlar. Bu sınırlı kadro iş konusundaki ürün ve hizmetleri müşterilerine sunuyor ve gelir elde etmeye başlıyor. Bugun kurulan bir çok işletmede Pazarlama, İnsan Kaynakları, Üretim, Finans gibi departmanlar yok. Şirket ortakları bu görevleri kendi aralarında paylaşarak bir bebek misali önce emekleyerek işe başlıyorlar. Müşteriler artıryor, cirolar büyüyor ve kar hanesine daha büyük rakamlar yazılmaya başlıyor. Her geçen dönem yeni müşteriler, yeni anlşamalar ve yeni cirolar hedefleniyor, bu hedef için gerekli ekipman alınıp insan gücü istihdam ediliyor.

İşletme büyümesine karşın şirket ortakları ellerinde bulundurduğu yetki ve sorumlulukları paylaşamıyor. Üzerinde yoğun mesai harcadıkları şirketlerinin işleyebilmesi işin görevlerini devretmede aşırı korumacı davranıyor. Bu süreçte işe dair tüm doğruları sadece kendisi bildiğini sanan ve bu nedenle bir uzmana danışmayı aklına dahi getirmeyen patron kurumsallaşma trenini göz göre göre kaçırıyor. İşte ne oluyorsa buradan sonra oluyor.

Yetki ve sorumluluklarını devretmeyen patron hata yapmaya başlıyor. Daha önceleri ezbere aklında tuttabildiği borç ve alacaklarını unutmaya başlıyor, işleri büyütmek için bilinçsizce altından kalkamayacağı borç ve yükümlülükler altına giriyor. Bu tür süreçlerde müşteri memnuniyeti ve üretime yoğunlaşan işletmeler Pazar paylarını koruma çabasına girerken muhasebe ve finans bölümlerini sadece yasal yükümlülükleri yerine getiren ve işletmeye katkısı olmayan birimler olarak görerek işletme açısından hayati bir hata yapıyor. Yeni kurulduğunda ortak ve yöneticilerinin mutlak egemen olduğu işletme kimi sektörlerde beş milyon TL kimi sektörlerde ise on milyon TL gibi bir ciroyu aştıktan sonra her an kontrolden çıkabilecek büyüklüğe ulaşmış bir yapıya dönüşüyor. Bu tehlikeli yapı İşletme körlüğü dediğimiz hastalığı meydana getiriyor.

Bu hastalığın en büyük nedenlerden birisi de muhasebe ve finans olarak adını alan birimlerin sadece yasal yükümlülükleri yerine getiren ve işletmeye pozitif katkısı olmayan birimler olarak görülmesi, bu birimce hazırlanan şirket faaliyetlerinin sonucu olan finansal tabloları yılda bir kere düzenlemeleridir. Oysa söz konusu sınırları aşan işletmelerin aylık finansal tablolar düzenlemeleri ve şirketi idare edenlerin bu finansal tabloları okuyarak yorumlamayı öğrenmeleri bu hastalıkta şirketler için aşı vazifesi görüyor.

Bu tür işletme ortakları işletmelerini çocuğu, kendisini ise bu çocuğun ebeveyni olarak görüyor. Bazen şirketin bazı kilit yöneticilerini de çocuğu gibi gören şirket ortakları, şirketin menfaatleri ile yöneticilerinin menfaatleri arasındaki kıskançlık tartışmasında şirketlerinin zarar gördüğünün farkına varmıyor.

Asıl sorun çocuk ateşlendiğinde uzman doktora gitmek yerine, üzerine yanlış kararlar veya yeni borçlanmalar ile yorgan serildiğinde doğal olarak çocuğun ateşi daha da çıkıyor ve havale geçiriyor. Şirket içi politikalarda ortaya çıkan sorunların işletme dışı objektif ve uzman görüş sunabilecek birisine danışılmadan kendi başına çözülme çabası işleri genelde olumsuz sonuçlara itiyor. Uzmansız çözüm çabası bazen olumlu sonuçlar verse de bu temelde alınan kararlar da uzun vadede işletmenin hareket kabiliyetini kısıtlıyor veya beklenenden daha az olumlu etkiye sahip oluyor.

İşletmelerimiz elbette ortakların yoğun emekler ile büyüttüğü çocuklarımız olabilir ancak şirket ortakları ve yöneticileri olarak herşeyden önce onun kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü bireyler olması için çaba göstermemiz gerekiyor. Aksi takdirde değerlerimizi kuşaktan kuşağa aktaramaz, işletmemizi kendimize mahkum ederiz. Nasıl ki evlatlarımızı en iyi şartlarda okutmak için okullarla, özel öğretmenler ile ders çalıştırıyor, en iyi işte çalışmaları bütün iş bağlantılarımızı kullanarak yoğun çaba gösteriyorsak şirketlerimizin de konusunda uzman kişiler ile çalışması, işlerin gelişmesi için doğru kararları alması için bir bilene danışılması konusunda da yoğun çaba göstermeliyiz.

 İşletme körlüğünden sıyrılabilmemizin tek yolu şirketimizin bütün departmanlarını bir bütün olarak ele almak, bu departmanlara eşit önemi vermek ve olabildiğince bu departmanları şirketten bağımsız uzman ve objektif gözler tarafından denetlenmesini sağlamaktır. Hali hazırda ülkemizin yasal düzenlemeleri ve zorunlu uygulamaları da işletmeleri bu tür organizasyon yapılarına geçmeye ve dahası kurumsallaşmaya zorlamaktadır. Şirketler için gelecekte sadece iki yol görünmektedir; ya kurumsallaşma ya da yok olmadır. Unutmamalı ki ebeveynler olarak çocuklarımız kendi ayakları üzerinde biz olmadan da durabiliyorsa güçlüdür. Her zaman birilerine muhtaç olanın bir başkasına diz çökmesi kaçınılmazdır.